JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ KAZANANI:
Gerekçesi: Toplumsal olaylara bakış açısı ve karakter yaratımındaki başarısı, soyut anlatımının etkileyiciliği nedeniyle
YUNUS BERKE YAVUZ
BOĞULAN FİKİRLER
Soğuk bir kış gecesi, arkama en yakın dostlarımdan rüzgârı ve yanıma fikirlerimi almış, sonsuz bir manzarada uzanan sokağın içimi aydınlatan, bir anne kucağı gibi beni sarmalayan onlarca lambasının altından yürüyordum. Her lambanın altından geçtiğimde, kışı iliklerime kadar hissediyor; kar tanelerinin, lambaların ışığı eşliğindeki dans gösterilerini pür dikkat izliyordum. Adımlarımın yankısı, bu bomboş sokakta, bir karınca kadar etkisiz kalıyordu. Hatta öyle ki, sokağın sessizliği adımlarımdan daha sesliydi. Ansızın bu kapkara, sonsuz sessizlik, bir ayak sesiyle bozuldu. Bu ayak sesleri, bomboş sokağın bir sıvı gibi şeklini alıyordu. Yani benim olmayan adımlardı bunlar. O kadar ürpermiştim ki, damarlarımdan akan yaşam kanı, sanki akmayı durdurmuştu ve karnımın tam ortasından hain bir kurşun yemiş gibi kasılmış, donakalmıştım.
Arkamı döndüğümde ise, bana sanki ben bir utanç kaynağıymışım gibi bakan bir hiçlikle karşılaşmıştım. Şaşkınlıktan kafayı yediğimi düşünmeye başlamıştım adeta. Soğuktan buz kesilmiş bir halde, yediğim bu hain kurşunun ürpertici ama gerçek olmayan yarasıyla eve yürümeye devam ettim. Bu yaradan akan her kan damlası, yaşadığım korkunç ve paranoyak olayın tek izi ve şahidiydi. Aniden, tekrar ayak sesini duymaya başladım. Yine o baskın sesiyle, arkama takılmıştı ve sanki benle dalga geçercesine arkamı döndüğümde, ortadan yok olmuştu. Hem ayak sesleri hem de kendisi…Artık neredeyse takip edildiğimden emin olmaya başlamıştım. Bu soğuk kış yetmezmişçesine, ayın beni yukardan kınadığı bu kapkaranlık gecede sadece bedenim değil düşüncelerim ve hislerim de takip ediliyordu.
Bu yabancı sesler, bu bomboş sokakta yankılanmazmış gibi kafamın içinde de aks etmeye başlamıştı. Her saniye, ayak sesleri daha çok yaklaşıyor ve daha da yoğunlaşıyordu. Bir anda, sessizliğin yerini karanlık almıştı. Nefesim daralıyor, sanki her nefeste ciğerlerime kan doluyordu. Kafama geçirdikleri çuval, bütün bedenimi zincirlemişti adeta. Yavaş yavaş bilincimi kaybediyordum. Göz kapaklarım kapanıyor, daha fazla bu acı verici dakikalara katlanamıyordum. Gittikçe pes ediyordum…
Bayılmış olmalıyım ki, yolculuğun yarısından fazlası hafızamdan silinmişti. Yavaş yavaş kendime geldiğimde, gözlerimi azarlayan, bembeyaz bir ışıkla karşılaştım. Işığın arkasında, tam olarak yüzüme bakan, simsiyah giyinmiş, kapkara şapkası ışıktan gölge yaparak onu daha gizemli kılan bir adam vardı. Kızgın bir ifadeyle,
“Selamlar Bay Ludwig, neden burada olduğunuzu biliyor musunuz?”
dedi. Ses tonundaki baskınlık ve konuşmaya iten ürkütücü kalınlığı beni çok etkilemişti. Sanki cevaplamak zorunda gibi hissediyordum. Tek cevabım “Hayır” olmuştu.
“Gazetedeki tek bir ifadeniz size beş yıla mal olacak maalesef.” diye yanıtladı.
Ne yapmaya çalıştığını hemen anlamıştım: Beni korkutmak. Tek mesele buydu zaten “korkutmak”. Ama ben tüm soğuk kanlılığımla, küçük mavi boncuk gözlerindeki yansımama bakarak sessizce oturmaya devam ettim. İki dakika boyunca ölüm sessizliğinde, nefes alışverişlerimiz bu bomboş ışıklı odada yankı yaptı. Bitmek bilmez iki yıl gibi bir iki dakika…Sessizlik, gizemli adamın şu cümlesi ile son buldu:
“Söyle bakalım, kimin için çalışıyorsun ve kim sana bu söylentileri yayman için para teklif etti?”
Cevabı karşısında tek yapabildiğim şey arkasındaki inci beyazı duvarla bakışmak olmuştu. Bana yapay bir öfkeyle diktiği gözlerinden ateşler saçıyor, karanlık bir mağara gibi açılan ağzından çıkanlar aklımın sınırlarını zorluyordu. Gazeteci olduğum için neredeyse kendimden şüphe etmeye başlamış, iftiraları karşısında savunmasız düşmüştüm.
“Ne parası ne teklifi efendim, onlar kendi düşüncelerimdir sadece. Tek yaptığım, kendimi ifade etmektir, korkarım ki yanılıyorsunuz.” diye cevap verdim.
“Yalanlarınla zamanımı harcıyorsun!” diye haykırdı. Kedi gibi irkilmedim değil. Tek yaptığım şey anne kedi edasıyla yavrularımı yani fikirlerimi korumaktı. Ama o tehditlerine devam etti:
“Ya gerçeği söylersin ya da gerçek benim sayemde ortaya çıkacak”.
Gerçek dediği, atacağı o pis yalanlar gözümün önünden geçti ve haykırdım:
“Düşünmektir gerçek olan, ortaya çıkacak olan ise gerçek kimliğim, yani eleştirel gazeteciliğimdir!”
Bu keskin tavrımın ardından, sinirleri tepesine binmiş kara giyimli adam arkasını bir anda dönerek kapıyı çarpıp çıktı. Fırtına öncesi sessizliği hissedebiliyordum; mahkeme günüdeki, fikirlerimin uğrayacağı zorbalığı…
Mahkeme gününe kadar, sorgu odası gibi bomboş bir odada tutuluyordum. Sessiz sedasız, lağım kokusunun içime işlediği bir odaydı bu oda. Ufacık bir penceresi bile yoktu, fikirlerimin uçup kaçabileceği… Bir gazetecinin en korkulu rüyasıydı adeta. Ben ve fikirlerim, zincire vurulmuştuk. “Ah bir kalem olsa da yazsam” diye düşünmeden duramıyordum. Fikirlerimin hava alacağı tek yol yazmaktı bu çaresiz ortamda. Boğulup gidecektik ikimiz de yoksa. Bu çaresizliğim yetmezmiş gibi sağımdaki nezarethanedeki ölü fikirlerin kokusu lağım kokusunu bile bastırıyordu. Pes etmiş düşünürlerin ve gazetecilerin “suçlu” bulunmuş fikirleri, boğulup gitmişti. Beni korkutan da bu idi. Ya benim de fikirlerim gerçekten ölseydi? Ya benim de fikirlerim o yüzlerce ölü fikirlerin ruhlarına karışsaydı?
YUNUS BERKE YAVUZ