FÜRUZAN ÖYKÜ ÖDÜLÜ KAZANANI:
Gerekçesi: Ayrıksı atmosfer ve karakter yaratmadaki özgünlük, metaforik anlatım yetkinliği nedeniyle
İREM BİLGİN
PORTAKAL KABUĞU
Kafamı, küçük metal boşluğa doğru uzattım. Annemlerin kafası, oval kapı boşluğu yüzünden görünmüyordu. Sadece tiz ve gergin sesleri, ahşap kapının arkasına uzanıyordu. “Sadece bir ay!” dedi annem, yalvarırcasına. Üstüne her zamanki siyah, bordo hırkasını geçirmiş, boyası gelmiş koyu kahverengi saçlarını örmüştü. “Biliyorsun, şu anda bunu yapmazsak çok geç olabilir. Hem bu ona iyi gelecektir. Orası onu değiştirecektir, eminim. Aynı seni değiştirdiği gibi…” Babam sustu. Hep susar o zaten. Annemi kırmak istemediği için susar, suçu üstlenmemek için susar, bazen de cevap vermeye tenezzül dahi edemediği için susar. Belki o içtiği dumanlı şeyler yüzündendir, ya da günün yarısında kafasını eğerek baktığı ekran yüzündendir, belki de sürekli bağırdığı için sesini çalmıştır kuşlar. Eminim bilerek yapmıyordur. Korkutucu sessizlik, evdeki duyguları birkaç saniyeliğine alıkoydu. Herkes, birbirinin ağzından çıkacak sözcükleri kolluyor, nefes alışverişlerinin kulağı tırmaladığı bir ortam yaratıyordu. Bir anda, gittikçe yükselen ayak ritimleri, kaybolmuş hayallerimi uyandırdı. Koşar adımlarla yan odadaki renkli kapının arkasına saklandım. Bu kapıyı küçükken annemin makyaj fırçalarıyla boyamıştım rüyalarıma. Kırmızı, sarı, yeşil ve mavi birbirine karışmıştı ortada. Ahşap kapının en üstüne ise siyaha boyanmış, iri bir göz çizmiştim. İnsanlara bakmayı dilemiştim o an. Saklanmanın nasıl hissettirdiğini, kalplerinin nasıl attığını, binlerce düşünce sığdırdıkları o kafalarında benim rolümü görmek istemiştim. Gece gibi karanlık, siyah kadar korkutucu olmak istemiştim o an. Kim bilir, belki bana bir daha soru sormazlardı.
Kapı, çığlık atan bir kuş gibi açıldı. Önümde dikiliyor, gözlerinde parlayan bir kelimeyle bana bakıyordu. Kalbimin atışını hissedecek kadar yaklaştı bana, nefes alışverişini duyabileceğim kadar hızlı bir maratondaydı bedeni. Biliyordum. Sanki kelimeleri dudaklarımda yaşatamıyor olmak onları yeterince üzmüyormuş gibi, yere sağlam bakışlarla baktım. Sert dikdörtgen kâğıt parçasını bana doğru uzattı. Üzerinde büyük, yeşil ağaçların arasından çıkan külüstür bir otobüs vardı. Kendimi sağlam köklü ağaçlara benzetmek, içimdeki kum tanesi değerindeki umudu biraz olsun filizlendiriyordu. “Üzgünüm” dedi durgun bakışlarla. İnkâr etmemi dilercesine, yalvarırcasına bakıyordu bana yeşil gözleriyle. Cümleleri birleştirmek için fazla pişman, pişman olmak için fazla gururluydu. Arkasını döndü ve “1 saat sonra” dedi. Anlaşılan bir süre üzerime kenetlenen endişeli bakışları, kimsenin söyleyecek bir kelimesi olmadığı masayı, harflerin dudaklarıma hapsolduğu hayatıma ara verebilecektim.
Saate baktım. Geri dönülemeyen bilinmezliğin başlamasına son bir dakika vardı. Camın hemen yanında, bakmaya korktuğum hayatımın izleri duruyordu. Günlerdir evden çıkmayan annem, kafasını babamın öne eğilmiş omuzlarına dayamıştı. Sanırım mutlu görünüyorlardı. Eğer mutlu olmak dudağının kıvrımının artmasıysa, kesinlikle mutlu görünüyorlardı.
Bordo desenli koltukların arkasına bağımlı siyah ekrana takılmıştı gözlerim. Düşüncelerimi, bedenimi ve isteklerimi bir süreliğine susturmayı diledim o an. Belki de akmayan saniyelerin mahkûmu olduğum içindir, ya da yanımda oturan kırmızı saçlı, pembe rujlu kızın mırıldandığı melodi yüzündendir. Bu şarkıyı annem hep yemek yaparken söylerdi sessizce. Mutfağın kenarında onu gizlice izlediğimi, mutlu olduğu sınırlı anları gözlemlediğimi bilmezdi o zamanlar. O beni görmezdi genelde. Sanırım sonradan bozuk olduğu anlaşılıp iade edilmek istenen eşyalar gibiydim onun için. En azından ben öyle düşünüyordum.
Dakikalar, beni içine hapseden düşüncelerle uçup gitti. Her çukura yanaştığında gıcırdayan otobüsün tekerleri, ani bir frenle durdu. Dört tarafı bitkilerle çevrili bir patikaya açıldı kirli kapılar. Elime gelenleri anılarımla koyduğum küçük, gri bavulu peşimden çekiştirdim. Arkamdan kapanan kapının estirdiği rüzgâr, beni beklediklerim için ürküttü o an.
Patikanın takip ettiği yolun sonu, pamuk şekere benzeyen toz pembe bir eve çıkıyordu. Evin önüne doğru uzanan çimenlik alan, tek düze ağaçların sıralandığı yol ortasında gölgeye bürünmüştü. Parlayan güneş ışığının cama vurmasıyla, gözüme ısrarcı bir aydınlık giriyordu. Yaşlı ağacın köklendiği topraklar, tazelikleriyle bağırıyor, onlarca renge bürünmüş çiçekleriyle gülümsüyordu. Ahşap, zayıf kapının yavaşça açılmasıyla, gri saçları toplanmış, okyanusa benzeyen gözlerini sonuna kadar açmış kısa ve sıska kadın, bana doğru yürümeye başladı. Attığı her adımla artan portakal kokusu, saatlerdir yiyecek girmeyen midemin çığlığıyla yaklaşıyordu. “Ah tatlım, papatyaya benzeyen bir kız görmeyeli çok uzun zaman olmuştu!” diye bağırdı. Ağzından çıkan her kelimeyle görünen beyaz, düzenli dişleri, yüzündeki neşeyi tamamlıyordu. “Seni evimde ağırlama hissi, birkaç gündür uykularımın kahkaha ile bölünmesini sağlıyor! Annen geleceğini haber verdiğinde çilek kokulu saçlarından bahsetseydi biraz parfüm sıkardım! Eminim benim deli olduğumu falan sanıyorsundur ama çok uzun zamandır senin gibi filizlenen bir çiçekle karşılaşmadım. Hadi gel! Sana tarçınlı kurabiye ve zencefilli çay yaptım.” dedi bir solukta. Çizgili mahkûm giysileri giymiş harflerin dudaklarımdan dökülmesini, hiç bu kadar fazla arzulamamıştım. Yeni görünen bavulumu alıp, evin içine doğru adım attığında gelen çikolata kokusu, ılık havanın estirdiği rüzgarla içime girdi. Dışarıdan sade ve huzurlu görünen evin içi, çiçek desenli örgülerle, pembe çarşaflı koltuklarla ve masaların üzerine serilmiş ipek kumaşlarla donatılmıştı. “Biraz dinlen canım. Sonra birlikte verandada oturur, hayaller kurarız. Tabi bu laleye benzeyen saf güzelliğini korumak için dinlenmek şart olmalı değil mi?” diye gülümsedi bana. Sözcükleri bahar gibiydi. Kelimeleriyle yayılan sıcak hava, beraberinde bir lavanta kokusu yayıyordu evin içine.
Saatlerin içinde tutsak kalmışçasına uyumuştum portakal kokulu evde. İçimde sabırla tomurcuklanan bir yaz bahçesi oluşmuştu sanki. Kapım, bir şiir melodisi şeklinde tıklatıldı. “Hayatım, sana arka bahçemizin prenseslerinden papatyayı getirdim, kendi ellerimle topladım. Buraya bir hoş geldin hediyesi olarak düşünebilirsin ve umarım çok iyi dinlenmişsindir çünkü bugün ağaç dalı kadar zarif bedenini biraz yorabilirsin. Fakat sakın üzülme, insan buradayken içinde neşe olmayan bir şey yapamıyor!” diye içeriye girdi. Üstüne geçirdiği mor desenli örgü yelek, kafasına taktığı pembe bandanayla uyumluydu. Yüzündeki solmayan sevinçle ayrıldı kapıdan. Sanırım ben bu evrende gerçekten bir çiçek gibi kokuyordum.
Verandanın önündeki küçük salıncakta rüzgârın ritmiyle sallanıyordu zayıf kadın. Eline aldığı papatya çayı ile saçının portakal kokusu birleşmişti. “Eskiden hep senin gibi bir kızım olsun isterdim. Sadece onun varlığını hissetmek bile şenlendirirdi beni. Kokusu, saçı, hisleri, hepsi benim için altın kaplı bir hazine olurdu mesela. Şimdi hayal kuruyorum bulutlarla bakışırken, düşlüyorum özlemini çektiğim hayatı. Her sorununa merhem olmak, bahar gibi iyileştirmek istiyorum düşlerimin içinde. Sonbaharın yaprakları gibi dökmek istiyorum içimi. Kış gibi temizlemek istiyorum kalbini, yaz gibi parlatmak istiyorum düşüncelerini. Bu bahçede dikilen her bir ağaçla büyüdüm ben, onlarla olgunlaştım, onlarla kuruldu en sıkı dostluklarım. Ama şu anda onlar kadar köklüyüm ben de, inkar etmek isteyeceğim kadar anılarım var burada. Tazeliğim, çiçek verme dönemim kapandı benim zamanla. Geçen senelerle öğrendim ben de; insanlar çiçeklere benzer, güneşi ve parlaklığı göremediği zaman büker boynunu, kararır. İhtiyaçtır onun için biraz merhamet, biraz sevgi. Kenara atıldığında kendi haline, çiçek vermesi beklenmez bir canlıdan. Ama her canlı zamanla bulur kendi taze toprağını, oluşturur kendi kelebeklerini, nefesini. Senin çiçeğin de açacak…” dedi.
“Ben bir Gazanyayım” dedim.