Bahçede oturuyor, yüzüne vuran güneşin sevinci ile arabasıyla oynuyor. Arabası kalitesiz bir plastik kırmızısı. Tek tekerinin kırık olmasına ve üstündeki plastiğin çatlamasına rağmen yüzündeki gülüş, bazı insanlara onun çok kaliteli ve yeni model bir araba ile oynadığını düşündürebilir. Çimenlerde yalın ayak geziyor. Hayal dünyasında o arabanın içinde, tekerleklerin üstünde rüzgarla yarışıyor gibi… Yüzüne vuran hafif meltem; kahverengi, birbirine karışmış, kirli saçlarıyla kovalamaca oynuyor. Yırtık pantolonundaki delikten, üzerinde kurumuş kanıyla yarası belli oluyor. Daha ilkbaharın yalnızca güneşle insanlara göz kırptığı günler olmasına rağmen üzerinde tozlanmış ve yıpranmış mavi, kısa kollu bir tişört var. Zeytin gibi gözleri sevincinden, heyecanından parlıyor.
Duruyor. Arabasının yanında beliren gölgeden adeta nutku tutuluyor. Şak! Yanağında annesinin eli, kulağında bir çınlama. Eline tutuşturulan mendiller ve boynuna asılan “LÜTFEN YARDIM EDİN” yazısı… Kulağında hala o çınlama… Bahçe kapısına yürüyor elinde mendilleri, gözünde yaşlarla. Arkasından bağırıyor annesi: “Bir de oturmuş arabasıyla oynuyor! Sen görürsün akşam oyunu!” Kulağında annesinin sesi ve o tokadının çınlaması… Kapıdan çıkıyor ve koşmaya başlıyor. Gözünden süzülen yaşlar ilkbaharın gelişiyle çıkmaya başlamış karahindibaların üzerine akıyor. Bacaklarında mecal, gözlerinde de incileri kalmadığını hissedip duruyor. Ağlamaktan şişmiş gözleriyle bir sallanan ağaç dallarına, bir de ayağına batan çakıl taşlarına bakıyor. Gözü dalıyor taşlara.
Aralarından en parlağını, en büyüğünü seçip oyun oynamaya başlıyor kendi çapında. Yanağındaki acıyı tamamen unutmuşa benziyor. Olanca gücüyle taşa vurup her seferinde, peşi sıra koşturuyor. Taş diğer taşlara, Arnavut kaldırımdaki çıkıntılara takılıp taklalar atınca, kıkırdamalar saçıyor çocuk etrafa. Son bir kez daha tekmeliyor taşını ve duruyor. İleri doğru bakıp derin bir nefes alıyor. Ciğerlerine giren o egzoz havasından iğrenmiş gibi bir surat takınıp kendi iş yerine, anayola doğru yürümeye başlıyor. Saat sabah altı civarı…
Pek araba yok ama boş da değil yollar. Çocuk trafik lambasının direğine yaslanmış bir şarkı mırıldanıyor. Yeşil ışığın sönmesini bekliyor. Normalde pek sevmese de kırmızı rengini trafikte, eve en az beş peçete satmadan dönmekten, gece aç bırakılmaktan, oyun oynayamamaktan korkuyor. Korku dolu zeytin gözleriyle yukarı, ışığa bakıyor ve görüyor kırmızı rengini. Kendini toparlayıp eline peçetelerini, kartonunu alıyor ve umutla ilk arabaya doğru yola koyuluyor. Siyah, geniş bir araba. Kaldırımdan inip sürücüyle iletişime geçmek için arabanın önünden dolaşıyor. Kapıya dayanıp parmak uçlarına kalkıyor. Yaralı parmak uçları yanıyor o sırada.
Cama tıklatıyor. İçeriden ses gelmiyor. Bir kez daha tıklatıyor cama ancak nafile. Arkadaki arabaya geliyor sıra. Bu araba da kırmızı onunki gibi. Ama dört tekeri de yerinde, sapasağlam duruyor. Arabanın kapısındaki çıkıntıdan yardım alarak parmak ucuna çıkıyor. Acısını bastıramayıp ağlamaklı bir ses tonuyla ve gözlerinde yaşlarla soruyor içerideki hanımefendiye, ‘Mendil alır mısınız?’ Kadın arkadan çocuğuna sesleniyor çantasını uzatması için. Çocuk belli ki okula gidiyor. Saçları taralı, üzerinde üniforması. Hayallere dalıyor o sırada, onun da okula gittiği, arkadaşları olduğu, kitapları okuyabildiği bir dünya hayal ediyor. Aniden arkadaki arabanın korna sesi ile kadın yeşil ışığın yandığının farkına varıyor. Çocuğun eline beş lira sıkıştırıp bir gülücük atıyor. Ve saçları dalgalanıyor çocuğun önünden geçen insanların işe, okula yetişme çabasıyla. Ayağında acısı, elinde mendilleri, kartonu ve beş lirası, birbirine karışmış saçlarıyla kaldırıma koşuyor. Bir sonraki ışığı beklemek üzere yere oturup taşlarla oynuyor.
Saat akşam altı civarı. Arabalar kısmen azalmış, çocuk elinde kalan mendilleri sayıyor. Trafik lambasının direğine yaslanıp dönmeye, şarkılar mırıldanmaya başlıyor. Bir yandan eve dönüp yemek yemek, arabasıyla oynamak istiyor, bir yandan da annesinin sabah dediklerinden sonra eve dönmeye korkuyor. Elinde kalan son üç mendili satarım düşüncesiyle bugünkü mesaisinin son kırmızı ışığını beklemeye başlıyor. Onu beklerken yine kendini kaptırıp bir ağaç yaprağını kovalamaya, oyunlar oynamaya başlıyor. Tam yaprağı yakalayacakken arabalar duruyor ve çocuk önündeki arabaya doğru yürüyor. Ayağının acısı azalmış, sabah annesinin attığı tokadın acısı neredeyse tamamen geçmiş. Boyu yetişmediğinden yine parmak uçlarında yükseliyor ve arabanın camını tıklatıyor. İçeride siyah takım elbiseli bir adam oturuyor. Adam çocuğa bakmıyor. Tekrar tıklatıyor çocuk camı. Adam, umursamaz bir bakış atıyor ilk başta ancak çocuğun o zeytin gözlerine baktıkça sanki içi yumuşuyor ve çocuğa gülümseyiveriyor birden.
Çocuk, peçeteleri gösteriyor camın arkasından. Adam, elini cebine atıyor ve iki lira çıkarıyor. Camını açıp çocuğa parayı uzatıyor ve o tozlu, kızarmış eline parayı bırakıyor. Mendilini uzatıyor çocuk adama minnettar bir ifadeyle. Teşekkür ediyor adam ona. Ama sözcüklerle değil, gözleriyle. Çocuk el sallayıp kaldırıma doğru yürümeye başlıyor. Yeşil ışık yandığını gören sürücüler araçlarını evlerine, ailelerine doğru dörtnala sürüyorlar. Çocuk elinde kalan iki mendil paketini, o gün kazandığı parayı ve kartonunu alıp sabah geldiği yolu geri dönmeye başlıyor.
Dönüş yolunda, sabah oyun oynadığı, arkadaşlık ettiği taşı arıyor gözleri ancak bulamıyor. Onun yerine o taşın ailesi olduğunu düşündüğü diğer taşları görüyor. İçlerinden birini eline alıyor ve arkadaşını görürlerse onu yarın sabah tekrar oynamak için buraya çağırdığını iletmelerini istiyor. Eline aldığı taşı
nazikçe yere bırakıp kafasındaki korkularla yürümeye başlıyor. Eve dönmekten, annesinden çok korkuyor.
Bir süre sonra bir kavşağa geliyor. Sağ taraftan ilerlerse eve, soldan ilerlerse ise çayıra, rengarenk güllerin, lalelerin arasına gidecek. O sola dönüyor. Güneşin ısıttığı çimenlere basarak çayıra doğru yöneliyor. Mutlu, çok mutlu. Çimenlerin üzerinde, lalelerin arasında adeta bir ceylan gibi sıçrayarak koşuyor. Güneş batmaya başlamış ancak o yorulmuyor. Bir süre sonra kendini yere bırakıyor. Ceplerinden, bugün kazandığı bozuk paralar etrafa saçılıyor. Sanki karda melek çiziyormuş gibi kollarını ve bacaklarını bozuk paralara çarparak hareket ettiriyor. Gözlerini kapıyor ve derin bir nefes alarak günün bütün yükünü dışarı atıyor. Ayağa kalkıp bozuk paralarını alıyor, cebine atıyor. Mendillerini
ve kartonu kolunun arasına sıkıştırıp ufka bakıyor. Batan güneş mavi gökyüzüne kırmızı turuncu bir renk vermiş. Çayırdaki çiçeklere, kelebeklere veda ediyor. Çocuk arkasında güneş, önünde evinin yolu yürümeye başlıyor. Yürürken aklında olan şey ise çocukların özgürlüğünün bu duygu olduğu… Birden aklına sabah evden çıkan mis gibi ekmek kokuları geliyor. Acıktığını hissederek sevinç ve heyecan ile evine yürümeye devam ediyor.
ÖYKÜ KARAPIÇAK 7C