1942, Ocak ayı… İşte o ay, hayatımı değiştiren ay olmuştu. Hala dün gibi hatırlıyorum. Çocukluğumun altın anıları, bindiğim en inanılmaz trende yaşanmıştı. Her ne kadar kısa bir süre olsa da benim için yıllar gibiydi o ay. Bir sabah, gözlerimi sıcacık eski püskü yatağımda açmıştım. Lacivert renkli, annemin ördüğü, baklava desenli battaniye vardı üzerimde. Küçücük yatağımı dünyalara sığmayan engin bir denize dönüştürürdü. Gece rüyalarımda beni başucumda duran dev gemi alır götürür, önce denizleri, sonra bulutları, daha sonra yıldızları gezdirir, inanılmaz maceralar yaşatırdı bana. Gün gelir, korsanlarla savaşıp kılıç sallardık, gün gelir, Mickey Mouse’la karşılaşır, çeşit çeşit uzaylının olduğu Ay’a uçardık. Eninde sonunda, dev deniz canavarı annem, bizi denizlerden alıp koparır, “Kalkma vakti!” diye bağırır, kötü bir kahkaha eşliğinde yatağıma geri koyardı beni. Neyse ki, sadık gemim, anneme asla çaktırmaz, başucumdaki yerini alıverirdi. Bir sonraki geceyi beklerdi sessizce. Fakat bu sabah annem beni uyandırmaya gelmemişti, hem de lapa lapa kar yağmasına rağmen! Hemen yatağımdan fırlayıp, kahverengi saçlarımı tarayıp pudra pembe kabanımı üstüme geçirdim. Bana karın heyecanıyla gülümseyen yeşil gözlerime aynada son bir bakış atıp, odama göz gezdirdim. Yatağım her zamanki gibi, lapa lapa yağan karın yanında uzanıyor, çalışma masam babamın aldığı maket uçaklarla bana sırıtıyordu. Son olarak, gözüm gibi baktığım, annemin zar zor para biriktirerek aldığı kahve piyanom, beni kendine çekercesine parlıyordu. O, benim en iyi dostumdu; birlikte Mozart, Beethoven, Handel çalar, masallara dönüştürürdük parçaları. Mozart çalarken, neşeli bir kuşu, Beethoven çalarken Ay’a uçan bir çocuğu anlatırdık, Bach çalarken evrenin farklı noktalarına uçar, Strauss çalarken yarasa oluverirdik. Bir süre bunları düşündükten sonra, piyanomla vedalaşıp aşağı indim. Annem oradaydı, kırmızı, beyaz benekli elbisesinin üstüne beyaz bir kürk giymiş, sarı saçlarını bukle bukle yapmış, yeşil gözlerine kalem çekmişti. Kıpkırmızı bir ruj vardı dudağında. Ama yanlış olan bir şey vardı. Benim neşe dolu annemin yüzü asıktı, aynadan görebiliyordum. Birden bana döndü, yüzündeki gülümseme geri dönmüştü, ama gözleri parlamıyordu. Bana, bir tren yolculuğuna çıkacağımızdan bahsetti. Teyzemlerin yanına taşınıyormuşuz, savaştan dolayıymış. O anda, dünya başıma yıkılmış gibi hissettim, sıcak yuvamı, yatağımı, piyanomu bırakıyor muydum? Ama annem daha fazla üzülmesin diye belli etmemeye çalıştım. Bana çok eğleneceğimizi, trende açılıp kapanan yataklar ve açık büfe olduğunu söyledi. Bu demektir ki, istediğim kadar kek yiyebilecektim. Her ne kadar ağlayarak da olsa, yanıma sadece kıyafet aldım. Birlikte tren garına, bir faytonla yola çıktık. Hayatımda hiç tren garına gitmemiştim, çok ilginç olacağa benziyordu. Yaklaşık yarım saatlik bir yoldan sonra, okuldan bile daha kalabalık olan tren garına geldik. Hayatımda gördüğüm en kalabalık yerdi. Siyah takım elbiseli adamlar, şık giyinmiş kadınlar vardı her yerde. Annem biletleri almıştı bile. Birlikte, devasa siyah-lacivert bir trene bindik. Buharlı bir trendi, hemen bir ad taktım ona. Beethoven. Bana görür görmez onu hatırlatmıştı “Ay Işığı Sonatı” onu tarif ediyor gibiydi. Trenin kapısında garip bakışlı bilet kesen adamı geçtikten sonra kendi vagonumuza geçtik. Hareket eden bir otel gibiydi Beethoven. Bu nedenle kalacağımız kompartımana oda demek daha doğru olurdu. Bizimki, 55 numaralı odaydı. Açılıp kapanan ranzalı yataklar, dolaplar, dev bir pencere, kitaplık ve ahşap masa vardı. Tren daha hareket etmemişti, gelip geçen insanları pencereden görebiliyordunuz. Hepsine tek tek el sallıyordum, onlarsa beni görmemiş gibi davranıyorlardı. Sanki herkes birbirleri için görünmez olmuştu. Oda tamamen ahşaptan yapılmıştı ve her yer kahverengiydi. Kitaplardan bazılarına göz gezdirdim, genellikle eski püskü, oraya sanki okunması için konulmamış kitaplardı. Orada boyunları bükük bekliyorlardı. İçlerinde bin bir türlü, herkesin görmesi gereken detaylı dünyalar vardı ama bunun yerine içerikleri kapaklarla gölgelenmiş, toz içinde bekliyorlardı. Madem iki hafta bu trendeydik, zamanımın bir kısmını bu kitapların tozlu dünyasında geçirerek harcayabilirdim. Beethoven, yavaş yavaş, düdüğünü öttürerek ilerlemeye başladı.
Giderek hızlanıyordu, kar taneleriyle yarışır gibi bir hali vardı. Dışarıyı izleyip kar tanelerinin büyüsüne kapılmak o kadar hoşuma gitmişti ki, bana hissettirdiği huzurla uykuya daldım. Uyandığımda, hava kararmıştı. Annem, üst ranzamda uyuyordu, ritmik nefes alışlarını duyabiliyordum. Tekrar uyumak istedim ama o kadar uzun zamandır uyuyordum ki, tekrar uyuyamayacak kadar enerjiktim. Dışarısı çok karanlıktı, en ufak ışık yoktu. Beethoven, kör olmuş gibiydi. Dış kapıya baktım, kilitli değildi. Dışarı çıkıp keşfetmeye karar verdim. Burası, kitap okunmayacak kadar karanlıktı. Kapıyı, gıcırdatmamaya çalışarak açıp dışarı çıktım. Upuzun bir koridor çıktı karşıma. Sallanarak ilerliyordu. Üç vagon boyunca uzanan odalar, odaların sonunda restoran ve açık büfe, en önde de trenin başı vardı. Yavaşça koridorda ilerlemeye başladım. Oda numaraları yanımdan yavaş yavaş geçiyordu. 54, 53, 52… Birden, 27 numaralı odanın ışığının açık olduğunu fark ettim. Koridordaki gaz lambaları dışında, gelen tek ışık, 27 numaralı odaydı. Yavaşça yaklaşmaya başladım. Yaklaştıkça, birtakım seslerin yükseldiğini fark ettim. İçeriden, mükemmel bir ustalıkla çalınan, piyano melodisi yükseliyordu. Kimsenin fark etmemesine şaşırmıştım. Yavaşça kapıyı araladım, içeride gözlerime inanamayacağım biri oturuyordu. Siyah kuyruklu piyanonun üzerinde, büyük bir ihtişamla, oturuyordu işte. Beethoven’di bu. Kır rengi saçları, 1800’ler modası kıyafetleri, piyanoyu çalış şekli, tıpkı dinlediğim parçalar ve gördüğüm resimler gibiydi. Öylece kapıda durdum. Eseri bitirmesini bekledim. İhtişamlı bir sonla bitirir bitirmez, bana döndü. Tıpkı tablolardaki gibiydi. Kuyruklu, siyah bir konser kıyafeti vardı üzerinde. Selam vermeye çalıştım, ama beni duymuyor gibi görünüyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Birden, yanıma otur dercesine bir hareket yaptı. Biraz tereddüt ettim ama sonra bir düşündüm: Hangi çocuk, Beethoven ’la karşılaşma şansını yakalayabilirdi ki? Gidip, siyah deri koltuğa, bana gösterdiği yere oturdum. Piyanoyu çalmamı bekliyor gibi bir hali vardı. Parmaklarımı yavaşça siyah-beyaz tuşlara yerleştirdim. Parlayan gözlerle beni izliyordu. Bir an, babam geri gelmiş gibi hissettim. Gözlerindeki aynı ışıltıyla bakıyordu bana, gözlerinin içi gülüyordu, tıpkı benimkiler gibi. İçim sızladı. Babamı savaşta kaybettiğimden beri görmemiştim, şimdi Beethoven’in gözünden bana bakıyor gibiydi. Onunla birlikte piyano çalardık saatlerce. O çalardı, ben dinlerdim, sonra bana gösterirdi nasıl yapılacağını. Çalmaya başladım. Aklımda hiçbir şey yoktu hâlbuki. Ne çaldığımı bile duymuyordum. Bir anda, Beethoven sırtıma dokundu, parmağıyla piyanonun üstünü işaret etti. Dans eden iki tane insan vardı piyanonun üzerinde. Sihirli gibilerdi, arkalarından yıldızlar kayıyor, gökkuşakları, Ay çıkıyordu. Ama bir yanlışlık vardı, ikili dans hareketlerini yanlış yapıyordu Beethoven. Ellerini nazikçe benimkilerin üstüne yerleştirdi. İkili bağları unuttuğumu fark ettim. Bir anda, önümde altın sarısı yazılarla, hayatımda gördüğüm en büyüleyici nota belirdi. Ben hepsini hiç duraklamadan, hata yapmadan çalıyordum. Hayatımın en mutlu anıydı. Her yerde sihir vardı, yetişkinlerin inanmamasına rağmen. Parça, zarif bir bitirişle son buldu. Beethoven’e döndüm. Bana gülümsüyordu. Babam bana gülümsüyordu. Gözünde bir damla yaşla hem de. Artık annemin yanına dönmemi istediğini anladım, neredeyse güneş doğuyordu. Yavaş yavaş yürüyerek, Beethoven’in çaldığı huzurlu ritimle, şafakla birlikte, düşüne düşüne yatağıma girdim. Sabah olduğunda, zaman hiç geçmiyor gibiydi. Bir an önce gece olsun, 27 numaralı odaya döneyim istiyordum. Gece olduğunda, annemin uykuya dalmasını bekledim. Parmak uçlarımda yürüyerek odadan çıktım. Kulaklarımı dört açarak koridoru dinledim. Yavaşça yürümeye başladım. Hiçbir ses yoktu. Giderek umudumu kaybediyordum. 27 numaralı odanın kapısına geldiğimde, sadece ışığın açık olduğunu gördüm. Bu bile, küçücük çocuk aklım için büyük bir umuttu. İçeriye sakince girdim, ama oda boştu. Sadece piyano bütün ihtişamıyla dikiliyordu orada. Hayal kırıklığına uğramıştım, ama bir düşününce, bu piyanonun burada olmasının bir nedeni olmalıydı. Oturup çalmaya başladım, 1 dakika geçti. Yine eski ben gibi çalıyordum. Tam vazgeçecekken, altın sarısı nota yine belirdi. Bir anda düzeldi çaldığım müzik. Parmaklarım yeniden dans ediyordu piyanonun üzerinde. Bir umutla piyanonun üzerinde göz gezdirdim. Bu sefer, dans eden çift yerine, Ay’da oturan bir çocuk vardı piyanonun üzerinde. Bulutlardan aşağısını izliyor, torbasından yıldızları çıkarıp, gökyüzüne fırlatıyordu. Şarkının sonunda, odanın her yeri, parlak yıldızlarla dolmuştu. Şarkı bittiği anda, Ay’da ki çocuk, selam verircesine, kendini aşağı bıraktı. Onunla birlikte Ay ve yıldızlar da yok oldu. Yine şafak söküyordu. Bu yolculuğun her gecesi, kendimi geliştirdim, sihri kullanmayı öğrendim. Artık usta bir piyanist gibi çalabiliyordum parçaları. Tek üzüldüğüm şey ise, sihrimin yolculuk bitince yok olabileceği gerçeğiydi. Tek isteğim ise, babamın gözlerine bir daha bakabilmekti. Son gece, yine piyanomun yanına gittim. Beethoven oradaydı, babam oradaydı işte. Kollarını açmıştı bu sefer. Koşarak kollarına atladım, sıkı sıkı sarıldım. Bana baktı. Artık gitmesi gerektiğini söylüyordu. Ben hiç istemiyordum ama karşı çıkacak gücüm de yoktu. Bir anda trenin yanına babamın filosunun uçaklarından biri yaklaştı ve babam camdan çıkarak uçağa atladı. Hayatımda gördüğüm en zarif elvedayla bıraktı beni. Sabaha kadar ağladım. Beni yine bırakmıştı işte. Gelmeyecekti geri. Teyzemlere gittiğimizde annemin bir sürpriziyle karşılaştım. Piyanom buradaydı! Hemen, sihrim hala benimle mi, diye denedim. Benimleydi. Gitmemişti. Babam, benim içimde yaşıyordu, sihriyle birlikte. İşte bu, dünyanın en büyük piyanisti oluşumun hikâyesiydi.
Duru AYDIN 7F