HAYALLERİNİ UÇURDUĞUN ÜLKE
Serin bir yaz gecesiydi. Rüzgâr tatlı tatlı yüzünü okşuyordu insanın. Kasaba halkının çoğu ahşap kapılarının önüne çıkardıkları taburelere oturmuş birbirleriyle şen sohbetler ediyordu. Taş döşeli sokaklarda koşturuyordu çocuklar. Herkes olacaklardan habersiz olağan hayatına devam ediyordu.
Kasabanın ortasında, meydanda koşturan çocukların arasında, kasaba heykelinin dibine oturmuş gülümseyerek etrafı izliyordu Yuki. O da diğer tüm çocuklar gibi okul tatilinin keyfini çıkarıyor, mutlu anılarına yenilerini ekliyordu. Eve gitme saatinin geldiğinin farkındaydı fakat keyfi o kadar yerindeydi ki annesinden duyacağı azarı bile göze alabiliyordu. Çıplak ayaklarını heykele yaslayıp mermerin serinliğinin vücudunu ürpertmesini bekledi. O esnada yanından koşarak geçen arkadaşlarının yerden kaldırdığı toz, az daha onu boğacakmış gibi abartılı öksürüklerle tepki verip arkalarından bağırdı. Gülerek karşılık verdi arkadaşları. Daha fazla ciddi kalamayıp numaradan öksürmeyi bırakıp onlara katılmak için ayaklandı Yuki. Bir anda yerin sarsıldığını hissetti. Başının döndüğünü sandı başta fakat yerin sarsılmasına patlama sesleri eklenince neye uğradığını şaşırdı. Herkesin çok mutlu olduğu o yaz akşamının menekşe kokuları patlayan tüfeklerin barut kokusuyla yok oldu bir anda.
Hiç kimse hazırlıklı değildi böyle bir şeye. Korku ve telaş bir anda tüm kasabayı sardı. Neşeli kahkahaların yerini çığlıklar ve tüfek sesleri almıştı. Yuki şaşkınlığını atabilmiş olmasa da heykelin arkasına geçebilmeyi akıl etmişti. Çöktüğü yerde ellerini başının arasına almış, olanları anlamaya çalışıyordu. Babasının birkaç hafta önce bahsettiği savaş denilen şey olmalıydı bu. Gelmişti işte onların kasabalarına da. Kapıyı çalmadan, acımasızca dalıvermişti hayatlarının ortasına. Güç bela evinin yolunu görmeye çalıştı. Az önce neşeyle rolünü yaptığı öksürükleri şimdi gerçeğe dönüşmüştü. Aldığı her nefeste toz boğazını yakıyor ve onu öksürtüyordu. Daha o anda bile anlamıştı Yuki savaşın ne denli kötü bir şey olduğunu. Bileğini tutan ellerle bir çığlık kopardı. Babasının “Benim Yuki, sakin ol.” Sözlerini duymasa belki çığlık atmaktan boğazı yırtılabilirdi. Babasının güvenli kollarına sığınıp gözlerini kapattı. Görmemek çare değildi elbette! Savaşın vahşetini anlamaya duyduğu sesler de yetiyordu. O gece duyduğu sesleri yıllar sonra bile hatırlayacaktı Yuki.
Gözlerini tekrar açtığında kendini evinde, yuvasında değil; kasabanın okulunda buldu. Gözleri etrafı taradı. Onun gibi korkuyla bakan gözler vardı. Ağlayan gözler, sevdiklerini kaybetmiş acılı gözler, savaşın vahşeti karşısında şaşkın gözler ve daha önce savaşın yıkımını yaşayıp bilen donuk gözler… Okulun içerisinde aylar geçirdi bu gözlerle birlikte Yuki. Kan ve barut kokusu burunlarında, top ve tüfek sesleri kulaklarında geçen aylar… Bunu durdurmak için bir şey yapmalıydı Yuki. Anne ve babası cephede savaşırken o bu okulun içine tıkılıp sakin kalamazdı. Büyümüştü artık. Savaşın büyüttüğü çocuklardan olmuştu o da. Bunu durdurmak için yatak diye yere serdikleri örtünün kenarına oturdu ve çok derinden, kalbinin ortasından akan nehrin ılık sularından yardım istedi. Sular kalbini, ruhunu ve hayallerini ısıttı. Ve Yuki’nin güzel bir hayalin ortasına dalmasını sağladı.
Anne ve babası yanındaydı, savaş bitmişti. Hiçbir yer yanmıyordu ve kasabalarını çevreleyen ormanlar eskisinden bile daha yeşildi. Yuki daha çok şenlendirmek istedi hayalini. Savaşta kaybettikleri herkes geri dönmüştü hayata. Herkes kasaba meydanındaki heykelin etrafında mutlulukla dans ediyor, şarkılar söylüyordu. Hayalinin en iyi kısmı tüm çocuklar ailelerine kavuşuyordu. Ne de güzel bir hayal oluyordu. Oysa kısa bir süre öncesine kadar sahip oldukları hayatın ta kendisiydi bu. Şimdiyse yalnızca hayalini kurabiliyordu. Ne garipti! Bundan sonra hep hayal olarak mı kalacaktı tüm bunlar? Yeterince kıymetini bilebilmiş miydiler yaşarken hayatlarının?
Tüm bu düşünceler kalbini ve aklını sıkıştırıyordu Yuki’nin. Ruhunu daraltıyordu. O sırada adını duydu. Hem de çok sevdiği annesinin sesinden duyuyordu.
”“Yukiiiiii…
Bu da hayalimin bir parçası diye düşündü. Cephedeki askerlerin yaralarını sarıyordu annesi. Şimdi küçük Yuki’nin kalbini sarmanın sırası değildi. Hüzünle akmasına izin verdi gözyaşlarının. Sımsıkı kapadığı gözlerini açarsa aynı hayali bir daha kurmayacağından korkuyordu. Bir hışımla kapı açıldı. Korkuyla araladı gözlerini Yuki. Annesi tam karşısındaydı işte. Bu nasıl olabilirdi? Yok yok, bu da hayalinin bir parçası olmalıydı. Babası girdi kapıdan sonra. Hızla sarmaladılar Yuki’yi kollarıyla.
“Gitmeliyiz.” diye fısıldadı babası kulağına. Yaşadıkları hayal mi gerçek mi hâlâ ayırt edebilmiş değildi Yuki. Bir kez daha kendini babasının güvenli kucağına bıraktı. Şimdi hayal meyal hatırlıyordu babasının kucağında kamyona doğru koşuşlarını, tozun dumanın içinde gördüğü sevdiği insanların yüzünü.
Tıka basa dolu kamyona zorla attılar kendilerini. Bin yıl gibi süren o yolculuğu ve korkan insanların kokusunu hiçbir zaman unutmadı Yuki. Bir daha görür müydü doğduğu kasabayı, koklayabilir miydi menekşelerin kokularını bilmiyordu. Arkadaşlarını düşünüyordu, akrabalarını düşünüyordu. Sevgilerini kalbine sığdırdığı herkesi bu kamyona da sığdırabilmeyi diledi. O kamyon kasasında kasabasından uzaklaşırken, geride kalanlarına duyduğu sevginin her kilometre de daha da çok büyüdüğünü hissediyordu. Anlıyordu artık sevginin, barışın kıymetini. Tanıyordu, biliyordu artık savaş denilen canavarın gerçek yüzünü.
“Barışa gidiyoruz.” demişti annesi nereye gittiklerini sorduğunda Yuki ’ye. Nasıl gidilirdi, hangi yoldan gidilirdi barışa bilmiyordu Yuki. Ama bir kamyon kasasıyla gidildiğine emindi. Yeni bir ülkeye vardılar sonra. Barış ülkesi diyordu içinden Yuki buraya ama “mülteci” falan mı bu ülkenin ismi acaba diye düşünmeden de edemedi ilk zamanlar. Karşılaştıkları herkes “mülteci” diyordu Yuki ’ye. Sonradan çat pat dilini öğrenince barış ülkesinin, anladı anlamını bu kelimenin. Ülkenin değil onların yeni ismiymiş mülteci.
Sevmişti barış ülkesini. Sonbaharda okula bile başlamıştı. Yeni arkadaşlar, yeni komşular edinmişti. Yeni sevgiler sığdırmıştı kalbine. Gülüyordu, mutluydu ama unutmamıştı geride kalanları. Taşıyordu onların sevgilerini de hâlâ kalbinde. Barış ülkesi çok güzeldi elbette. Ama kalbini sızlatsa da aklına her geldiğinde, hayallerini uçurduğu ülke bambaşkaydı.
ASMİN MASAL ÜRÜN
Tags: Edebiyat

