FIRTINADAN SONRA
Bir zamanlar, denizin göğsüne yaslanmış, zeytin ve lavanta kokularının iç içe geçtiği yemyeşil bir vadide kurulmuş bir köy vardı: Maviçam. Bu köyün her sabahı kuş cıvıltılarıyla başlar, her akşamı dost sofralarının neşesiyle sona ererdi. Kapılar kilitlenmez, çocuklar her evin çocuğu sayılırdı. İnsanlar göz göze geldiğinde, gözbebeklerinden sevgi taşardı. Göz alabildiğine uzanan bu huzur diyarında, iki yaşlı dost vardı: Ali ve Hüseyin Amca. Birbirlerinin çocukluk arkadaşı, sırdaşı ve en önemlisi, köyün vicdanıydılar.
Ali Amca her sabah bastonunu eline alır, denize karşı kurduğu tahta bankta oturur, martılara simit atardı. Hüseyin Amca ise o sırada çiçekleri sular, çocuklara dut ikram ederdi. Herkes bu ikiliye saygı duyar, onların güler yüzüne, sabırlı tavırlarına hayranlıkla bakardı.
Bir sonbahar akşamı, gökyüzü sanki öfkesini kusmak istercesine karardı. Güneş birdenbire battı, bulutlar köyün üzerine çöktü. O gece, yıllardır görülmemiş bir fırtına çıktı. Gök gürledi, rüzgar çığlık çığlığa esti, yıldırımlar köyün yamacına saplandı. Elektrikler kesildi, ağaçlar kökünden söküldü. O gece, sadece çatıları değil, insanların kalplerini de yerinden oynatan bir şey oldu.
Sabah olup da güneş yeniden doğduğunda, Maviçam eskisi gibi değildi. İnsanlar değişmişti. Ne selam veren vardı ne bir “günaydın” diyen. Mahalle kahvesinden ne kahkaha yükseliyor ne de çocuklar sokakta top oynuyordu. Gülümsemeler sönmüş, bakışlar donmuştu. Ali ve Hüseyin Amca, bu değişimi ilk fark edenlerdendi.
Ali Amca komşusuna “Geçmiş olsun,” dediğinde sert bir bakışla karşılık aldı. Hüseyin Amca, komşu çocuğa elma verirken onun annesi “Kimseye minnet etmiyoruz!” diye çıkıştı. Herkes kendi bahçesinin telini örüyor, kimse kimseye bakmıyordu. Aralarındaki dayanışma duvarı yıkılmış, yerine görünmeyen bir buz örülmüştü.
Ali ile Hüseyin Amca günlerce, haftalarca bu değişimin nedenini anlayamadılar. Köy meydanındaki tahta banka bile kimse oturmaz olmuştu. Bir gün, Ali Amca sabaha karşı uyanıp Hüseyin Amca’nın kapısını çaldı. “Bunu böyle bırakamayız Hüseyin. Bu bizim köyümüz. İnsanlar unuttuysa hatırlatmak bize düşer.”
Böylece iki ihtiyar adam, köyün yeniden barış ve sevgiyle dolması için plan yapmaya başladı. Evlerinin önüne büyük bir masa kurdular. Masanın üzerine eski fotoğrafları, el yapımı reçelleri, taze pişmiş çörekleri, çocukların sevdiği şekerlemeleri koydular. Üzerine de bir yazı astılar: “Bir zamanlar paylaştığımız şeyleri hatırlamak isteyenler için.”
İlk gün kimse uğramadı. İkinci gün sadece rüzgarla savrulan yapraklar geldi. Üçüncü gün yaşlı bir teyze, utanarak yaklaştı. Sonra bir çocuk, ardından onun annesi… Bir hafta içinde masa etrafında önce sessizlik, sonra mırıltılar, ardından kahkahalar yankılandı. Masa büyüdü, çevresi sandalye doldu.
Ali ve Hüseyin Amca’nın gayretiyle köyde bir kıpırtı başlamıştı. Eski dostlar yeniden birbirine hal hatır sorar oldu. Otağ çadırları gibi genişleyen masa, haftalar içinde köyün bir araya geldiği sevgi sofrasına dönüştü. İnsanlar yeniden birlikte türküler söylemeye, çocuklar sokaklarda oynamaya başladı. Fırtınanın bıraktığı karanlık izler yavaş yavaş silinmeye yüz tuttu.
Bir sabah, Hüseyin Amca elinde bir gazete kupürüyle Ali Amca’ya geldi. Kupürde şu yazıyordu: “Maviçam Köyü, barışın ve sevginin yeniden yeşerdiği yer olarak Türkiye’nin örnek köyleri arasına girdi.”
Ali Amca gözlüklerinin ardından tebessümle baktı. “Sevgi unutulur ama yok olmaz Hüseyin. Biz sadece hatırlattık.”
İki dost, denize bakan bankta oturup uzaklara bakarken, martılar yine simit bekliyor, rüzgar artık dostça esiyordu. Fırtına dinmişti. Hem gökyüzünde, hem insanların yüreğinde…
Nazlı CANBULAN
Tags: Edebiyat
